

Nübüvvet Mührü
İslami kaynaklar, nübüvvet mührü ile ilgili olarak; onun mahiyeti, şekli, doğuştan olup olmayışı, üzerinde bir yazının bulunup bulunmayışı ve Hz. Peygamber vefat edince mührün kayboluşu gibi hususlar üzerinde durmuşlardır. Bilindiği üzere, Hz. Peygamber, bütün insanlarla müşterek olan yaratılışı yanında, diğer insanlardan farklı ve sadece kendine has bir kısım özelliklere de sahipti. O’nun bu özellik arzeden yönü, Şemail ve Siyer konularından ayrı olarak "Delail" veya "Hasais" başlığı altında ayrı bir tür olarak ele alınmış ve bu husustaki bilgiler, Delail'ün-Nübüvve veya el-Hasais'ün-Nebeviyye adını taşıyan eserlerde toplanmış ve değerlendirilmiştir.
Öte yandan, Hz. Peygamber'in peygamberler zincirinin son halkası olduğu hususu, bizzat kendileri tarafından da ifade edilmiştir. Bu konudaki hadisler arasında bir tanesi vardır ki, o, peygamberlik müessesesini ve bu bütün içerisinde Son Peygamber'in yerini, tamamen edebî bir üslupla tasvir etmektedir:
"Benimle, benden önce geçen peygamberlerin durumu aynen şuna benzer: Adamın birisi ev yaptırmıştır. O, bu binayı tamamlamış, süsleyip donatmış, ancak bir köşe taşı yerini eksik bırakmıştır. O şahane evi görmeye gelenler, binanın içinde gezip dolaşırken, gözleri bu eksik kalan yere ilişince: 'Bina çok güzel olmuş, ama, ah bir de şu köşe taşının yeri boş bırakılmış olmasaydı!' demekten kendilerini alamazlar. İşte ben, yeri boş bırakılan o köşe taşı gibiyim. Ve ben, peygamberlerin sonuncusuyum." (Buharî, el-Cami'us-Sahih, IV, 162-163; Tecrid Tercemesi, IX, 295 vd.)
Gerek Kur'ân-ı Kerim, gerek Hadis-i Şeriflerden açıkça anlaşılacağı üzere, ilk peygamber Adem (as)'dan itibaren zaman zaman insanlığa gönderilen peygamberler kafilesinin sonuncusu, "Ahir Zaman Peygamberi" olarak nitelendirilen Muhammed (sav)'dir. Ve O'ndan sonra bir daha peygamber gelmeyecektir.
İşte Cenâb-ı Hak, bir yandan, Hz. Peygamber'in "peygamberlerin mührü" olduğunu ve O'ndan sonra artık bir daha peygamber göndermeyeceğini kesinlikle bildirirken, diğer taraftan da, bu "mühür"ün eserini, O'nun mübarek vücudunda tecelli ettirmiş bulunmaktadır.
Ashab-ı Kiramın ve daha sonraki İslam alimlerinin, Peygamberlik nişanı için kullanmış oldukları tabirin aslı "Hatemü'n-nübüvve"dir. Bunu; Nübüvvet hatemi, Nübüvvet mührü, Peygamberlik mührü, Peygamberlik nişanı, Peygamberlik damgası, Peygamberlik beni, Peygamberlik izi... şeklinde ifadelendirmek mümkündür.
Kaynaklardaki bilgiler, ana hatlarıyla şöyledir: Hz. Peygamber'in mübarek sırtlarında, kürek kemikleri arasında, elle hissedilecek şekilde kabarık, mühür damgasına benzeyen bir iz vardı.
İslami kaynaklar, bu "Son Peygamberlik Nişanı" doğuştan mıdır, yoksa sonradan mı oluşmuştur şeklinde nübüvvet mührünün bir başka yönü üzerinde de durmuşlardır ki, kaynakların verdiği bilgiye göre; bu mühür, doğuştan değildir. Ancak, ne zaman oluştuğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu mührün, çocukluğunda, göğsünün melek tarafından açılıp temizlendiği sırada basıldığı hususu, en yaygın rivayetler arasındadır. Nübüvvet mührünün doğuştan olmadığı gibi vefat edince kaybolduğu yolunda da bir rivayet vardır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Peygamberlik nişanı, O'nun mübarek bedenlerinin tabii bir parçası değil, peygamberlik nişanı ile alakalı ilahî bir timsal-i mücessemdir.
İslami kaynaklar, nübüvvet mührü ile ilgili olarak; onun mahiyeti, şekli, doğuştan olup olmayışı, üzerinde bir yazının bulunup bulunmayışı ve Hz. Peygamber vefat edince mührün kayboluşu gibi hususlar üzerinde durmuşlardır. Bilindiği üzere, Hz. Peygamber, bütün insanlarla müşterek olan yaratılışı yanında, diğer insanlardan farklı ve sadece kendine has bir kısım özelliklere de sahipti. O’nun bu özellik arzeden yönü, Şemail ve Siyer konularından ayrı olarak "Delail" veya "Hasais" başlığı altında ayrı bir tür olarak ele alınmış ve bu husustaki bilgiler, Delail'ün-Nübüvve veya el-Hasais'ün-Nebeviyye adını taşıyan eserlerde toplanmış ve değerlendirilmiştir.
Öte yandan, Hz. Peygamber'in peygamberler zincirinin son halkası olduğu hususu, bizzat kendileri tarafından da ifade edilmiştir. Bu konudaki hadisler arasında bir tanesi vardır ki, o, peygamberlik müessesesini ve bu bütün içerisinde Son Peygamber'in yerini, tamamen edebî bir üslupla tasvir etmektedir:
"Benimle, benden önce geçen peygamberlerin durumu aynen şuna benzer: Adamın birisi ev yaptırmıştır. O, bu binayı tamamlamış, süsleyip donatmış, ancak bir köşe taşı yerini eksik bırakmıştır. O şahane evi görmeye gelenler, binanın içinde gezip dolaşırken, gözleri bu eksik kalan yere ilişince: 'Bina çok güzel olmuş, ama, ah bir de şu köşe taşının yeri boş bırakılmış olmasaydı!' demekten kendilerini alamazlar. İşte ben, yeri boş bırakılan o köşe taşı gibiyim. Ve ben, peygamberlerin sonuncusuyum." (Buharî, el-Cami'us-Sahih, IV, 162-163; Tecrid Tercemesi, IX, 295 vd.)
Gerek Kur'ân-ı Kerim, gerek Hadis-i Şeriflerden açıkça anlaşılacağı üzere, ilk peygamber Adem (as)'dan itibaren zaman zaman insanlığa gönderilen peygamberler kafilesinin sonuncusu, "Ahir Zaman Peygamberi" olarak nitelendirilen Muhammed (sav)'dir. Ve O'ndan sonra bir daha peygamber gelmeyecektir.
İşte Cenâb-ı Hak, bir yandan, Hz. Peygamber'in "peygamberlerin mührü" olduğunu ve O'ndan sonra artık bir daha peygamber göndermeyeceğini kesinlikle bildirirken, diğer taraftan da, bu "mühür"ün eserini, O'nun mübarek vücudunda tecelli ettirmiş bulunmaktadır.
Ashab-ı Kiramın ve daha sonraki İslam alimlerinin, Peygamberlik nişanı için kullanmış oldukları tabirin aslı "Hatemü'n-nübüvve"dir. Bunu; Nübüvvet hatemi, Nübüvvet mührü, Peygamberlik mührü, Peygamberlik nişanı, Peygamberlik damgası, Peygamberlik beni, Peygamberlik izi... şeklinde ifadelendirmek mümkündür.
Kaynaklardaki bilgiler, ana hatlarıyla şöyledir: Hz. Peygamber'in mübarek sırtlarında, kürek kemikleri arasında, elle hissedilecek şekilde kabarık, mühür damgasına benzeyen bir iz vardı.
İslami kaynaklar, bu "Son Peygamberlik Nişanı" doğuştan mıdır, yoksa sonradan mı oluşmuştur şeklinde nübüvvet mührünün bir başka yönü üzerinde de durmuşlardır ki, kaynakların verdiği bilgiye göre; bu mühür, doğuştan değildir. Ancak, ne zaman oluştuğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu mührün, çocukluğunda, göğsünün melek tarafından açılıp temizlendiği sırada basıldığı hususu, en yaygın rivayetler arasındadır. Nübüvvet mührünün doğuştan olmadığı gibi vefat edince kaybolduğu yolunda da bir rivayet vardır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Peygamberlik nişanı, O'nun mübarek bedenlerinin tabii bir parçası değil, peygamberlik nişanı ile alakalı ilahî bir timsal-i mücessemdir.
Yüzük MührüHicret'e kadar, Hicaz bölgesinde, mühür kullanma âdeti yoktu. Hz. Peygamber, Hicret'in altıncı senesinde (m. 627), bütün komşu devletlere, resmî birer yazı yazıp, yeni kurulan İslam Devleti’ni tanıtmaya davet mektupları göndermek istedi. Yabancı devlet reislerine yazılan bu "dine davet mektupları" yeni bir problem ortaya çıkardı. Ashabdan bazıları: "Ya Rasûlallah! Yabancı devlet reisleri, kendilerine gelen yazılar mühürsüz olursa kabul etmezler. Onlar, böyle mühürsüz yazıları resmî muameleye koymazlar; boşuna göndermiş oluruz." şeklinde fikirler ileri sürdüler. Bunun üzerine hemen bir mühür sipariş edildi. Ve yazılan mektuplar, mühürlendikten sonra yola çıkarıldı.
"Mühür" diye tercüme ettiğimiz tabirin aslı, "hatem"dir. Mühr-i Şerif, yüzük biçiminde yapılmış olduğu içindir ki, hatem kelimesi, umumiyetle "yüzük" şeklinde kullanılagelmiştir. Bu sebeple "Hatemü'n-Nebî" tabirini, "Peygamberimiz'in yüzük-mührü" şeklinde anlamak ve tercüme etmek gerekmektedir. Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor:
"Rasûlullah Efendimiz, gümüşten bir yüzük edinmişti. Bununla çeşitli yerlere gönderdikleri yazıları mühürler ve onu takınmazdı."
Kaynakların bize ulaştırdığı vesikalara göre, Peygamberimiz'in Mühr-i Şerifleri gümüşten mamuldü ve kaşlı idi. Onun mühür vazifesini gören yeri burasıydı. Kaşının üzerine ise, "Muhammed-Rasûl-Allah" ibaresinin üç kelimesi, birer satır halinde istif edilerek kazınmıştı: Alttan yukarı doğru; birinci satırda "Muhammed" ism-i şerifi, ikinci satırda "Rasûl", üstte üçüncü satırda da "Allah" ism-i celali yer alıyordu. Yüzük-mühürlerinin kaşının, yüzüğün kendi madeninden olduğuna dair rivayetler daha kuvvetli gözükmektedir.
Hz. Peygamber, adı geçen mühür-yüzüklerini yaptırıp mübarek parmaklarına takınca, ashabından da aynı biçimde yüzük yaptırmak isteyenler çıkmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz, duruma hemen müdahale ederek: "Hiçbir kimse, benim mührümün yazısını taşıyan yüzük yaptırmasın!" buyurmuşlardır. Peygamberimiz, bu yasaklamalarıyla, devlet olma ciddiyetinin disiplinini sağlamış oluyor ve resmiyetle özel hayatı birbirinden kesinlikle ayırmış bulunuyordu. Öte yandan, Rasûlullah’ın bütün zatî eşyaları; pabuçlarından cübbelerine, su bardaklarından kılıçlarına varıncaya kadar hepsi, ashabına intikal edip birer hatıra olarak muhafaza edilebildiği halde, Mühr-i Şerifleri, bunun istisnasını teşkil etmiştir. Kaynakların bütün açıklığı ile belirttiklerine göre, Mühr-i Şerif, kendilerinin vefatından sonra: Hz. Ebû Bekir'e, ondan Hz. Ömer'e, ondan da Hz. Osman'a intikal etmiş; Hz. Osman'ın 12 sene süren halifeliğinin -rivayete göre- altıncı senesinde ise, "Erîs Kuyusu"na düşerek kaybolmuştur. Mühr-i Şerif'in, başkasına değil de, sıra ile bu üç zata intikal etmiş olması, onun, şahsi eşya olmadığını ve devletin başkanına ait bir sembol olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere bu üç zat, Hz. Peygamber'den sonra sıra ile Halife olmuşlar ve devleti idare etmişlerdir. Her üçü de, devlet başkanı sıfatı ile bir evrak mühürlemek gerektiği zaman bu Mühr-i Şerif'i kullanmışlardır. Hz. Hüseyin'den nakledilen bir rivayete göre, Hz. Ali de mührüne aynı ibareyi kazdırmıştır.
"Mühür" diye tercüme ettiğimiz tabirin aslı, "hatem"dir. Mühr-i Şerif, yüzük biçiminde yapılmış olduğu içindir ki, hatem kelimesi, umumiyetle "yüzük" şeklinde kullanılagelmiştir. Bu sebeple "Hatemü'n-Nebî" tabirini, "Peygamberimiz'in yüzük-mührü" şeklinde anlamak ve tercüme etmek gerekmektedir. Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor:
"Rasûlullah Efendimiz, gümüşten bir yüzük edinmişti. Bununla çeşitli yerlere gönderdikleri yazıları mühürler ve onu takınmazdı."
Kaynakların bize ulaştırdığı vesikalara göre, Peygamberimiz'in Mühr-i Şerifleri gümüşten mamuldü ve kaşlı idi. Onun mühür vazifesini gören yeri burasıydı. Kaşının üzerine ise, "Muhammed-Rasûl-Allah" ibaresinin üç kelimesi, birer satır halinde istif edilerek kazınmıştı: Alttan yukarı doğru; birinci satırda "Muhammed" ism-i şerifi, ikinci satırda "Rasûl", üstte üçüncü satırda da "Allah" ism-i celali yer alıyordu. Yüzük-mühürlerinin kaşının, yüzüğün kendi madeninden olduğuna dair rivayetler daha kuvvetli gözükmektedir.
Hz. Peygamber, adı geçen mühür-yüzüklerini yaptırıp mübarek parmaklarına takınca, ashabından da aynı biçimde yüzük yaptırmak isteyenler çıkmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz, duruma hemen müdahale ederek: "Hiçbir kimse, benim mührümün yazısını taşıyan yüzük yaptırmasın!" buyurmuşlardır. Peygamberimiz, bu yasaklamalarıyla, devlet olma ciddiyetinin disiplinini sağlamış oluyor ve resmiyetle özel hayatı birbirinden kesinlikle ayırmış bulunuyordu. Öte yandan, Rasûlullah’ın bütün zatî eşyaları; pabuçlarından cübbelerine, su bardaklarından kılıçlarına varıncaya kadar hepsi, ashabına intikal edip birer hatıra olarak muhafaza edilebildiği halde, Mühr-i Şerifleri, bunun istisnasını teşkil etmiştir. Kaynakların bütün açıklığı ile belirttiklerine göre, Mühr-i Şerif, kendilerinin vefatından sonra: Hz. Ebû Bekir'e, ondan Hz. Ömer'e, ondan da Hz. Osman'a intikal etmiş; Hz. Osman'ın 12 sene süren halifeliğinin -rivayete göre- altıncı senesinde ise, "Erîs Kuyusu"na düşerek kaybolmuştur. Mühr-i Şerif'in, başkasına değil de, sıra ile bu üç zata intikal etmiş olması, onun, şahsi eşya olmadığını ve devletin başkanına ait bir sembol olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere bu üç zat, Hz. Peygamber'den sonra sıra ile Halife olmuşlar ve devleti idare etmişlerdir. Her üçü de, devlet başkanı sıfatı ile bir evrak mühürlemek gerektiği zaman bu Mühr-i Şerif'i kullanmışlardır. Hz. Hüseyin'den nakledilen bir rivayete göre, Hz. Ali de mührüne aynı ibareyi kazdırmıştır.